The Boy in Striped Pyjamas / Çizgili Pijamalı Çocuk



Türkçesi “Çizgili Pijamalı Çocuk” olarak çevrilen 2008 ABD / İngiltere ortak yapımı filmin yönetmenliğini Mark Herman yapmış. John Boyne’un aynı adlı kitabından uyarlanan film 2. Dünya Savaşı’na farklı bir pencereden bakmış.

Film aslına bakarsanız artık sömürü haline gelen 2. Dünya Savaşını konu almakta. 2. Dünya Savaşı, Nazi Almanyası ve 8 yaşında bir çocuğun gözünden bütün olup bitenler anlatılıyor. İşte sömürü malzemesi olan konuda burada işler değişiyor. Çünkü işin içine çocuklar girince insanların içinden bütün parçalar kopuveriyor (Sanırım çocuklar çocuğumuzun en hassas noktası).

Gelelim filmin konusuna; Bruno (Asa Butterfield), 8 yaşında, cam gibi masmavi gözlere sahip, şirin mi şirin bir çocuktur. Arkadaşlarıyla sokaklarda “uçakçılık” oynar, çocuktur çünkü o daha. Annesi ev ve çocuklarıyla meşgul bir anne, babası Nazi Almanyası’nın en önemli askerlerinden, ablası ise oyuncak bebekleriyle ilgilenen biridir.

Bruno’yu üzen haber evlerinden taşınacak olmalarıdır. Çünkü arkadaşlarıyla görüşemeyecektir artık. Babasının işi nedeniyle Berlin’den uzakta bir kasabaya Auschwitz’e yerleşirler. Yeni evlerinde pek çok yardımcıları vardır. Ama içinde garip olanlarda vardır. Bunlar nedense “çizgili pijamalar” giymektedir.

Bruno’nun hiç arkadaşı yoktur yeni taşındıkları yerde. Odasının camından dışarı baktığında bir çiftlik görür. Çok mutlu olur buna çünkü çiftlikte yeni oyun arkadaşları bulacağını umar. Aslında yanılmazda, “sonsuz” bir arkadaş kazanır orada. Annesine bu çiftlikten bahsettiğin de oraya gitmemesiyle ilgili öğütler dinler. Ama çocuktur Bruno, oynamak ister. Bir gün yürüyüşe çıkar ve bu çiftliği keşfeder. Bruno aslında çocuk gibi görünen bir “kaşif”tir.

Çiftliğin tellerinin arkasında bir çocuk vardır. Onunla tanışır hemen. Çocuğun adı Shmuel’dir. Adı garip gelir Bruno’ya. Shmuel adını daha önce hiç duymadığından bahseder. Aslında adı pekte umrunda değildir çünkü o artık kendine bir arkadaş bulmuştur. “Sonsuz” arkadaştır.

Shmuel’in üzerinde de çizgili bir pijama vardır. Shmuel yahudidir, orası bir toplama kampıdır, ve bazı insanlar o kamp içinde “kaybolur”. Shmuel moloz yığınları taşır. Molozları döktüğü yerde kaptaki görevlilerden saklanır. Çünkü o daha çocuktur bu tip işler onun için değildir. Ama düdük sesiyle birlikte korkudan tekrar gider. Çünkü işin ucunda kötülük vardır.

İşte böyle bir hikaye örgüsüyle bağlıdır film. Bruno’nun gözünden anlatılan pek çok hadisede gözlerin deki su birikintilerine veya iç sızılarınıza hakim olamayacağınız bir film vaat edilmiştir bizlere. İnanılmaz bir oyunculuk, inanılmaz bir yönetim ve inanılmaz bir son. İçinizden lanet okuyan hallerinize asla şaşırmayın filmi izledikten sonra. Bunlar gerçekti ve bitmeden devam etmekte.

Filmde göze batan hadiselerden biri filmin tamamen İngiliz aksanının hakim olduğu bir İngilizce ile yapılmış olması. Zaten bu tarz filmlerde (Piyanist ve Schiller’in Listesi en büyük örnekler) niyeyse Almanya’da geçmesine rağmen herkes İngilizce konuşur. Açıkçası göze batıyor.

Oyunculuklar ise muhteşem. Final sahnesiyle özellikle annenin (Vera Farmiga) feryatları yürekleri daha da dağlayan cinstendi. Tek final sahnesi değil tabiî ki film boyunca çocukları üzerindeki şefkat dolu bakışları, iyi bir eş olma çabalarındaki başarısı takdire şayandı. Baba karakterine can veren David Thewlis asker karakteriyle sert bir duruş sergilese de baba olarak ne kadar yufka yürekli olup teraziyi nasıl dengede tutulacağını göstermiştir tüm

izleyenlere.

Shmuel i canlandıran Jack Scanlon sanki gerçekten o kampta yaşarmışçasına mağrur ve ürkek duruşunun yanında çocuk olmanın verdiği güzelliklere bizleri büyülemiştir. Shmuel çocuk, 8 yaşında küçücük bir çocuktur ama omuzlarından onun yaşının kaldıramayacağı (aslında koca koca insanların bile kaldıramadığı) bin ton yük vardır. Bu yükün altında kendine bir arkadaş bulmuştur hem de tellerin diğer tarafından. Korkak bakışları, kafasını kaldırıp gözlerinin içine bakamaması… bunlar onun çocukluğu değil elinden alınmışlıktır aslında. Onun cezasının, mahrumiyetinin sebebi onun bile tam olarak ne olduğunu bilmediği, kendi tercihi olmayan bir dine mensup olmaktır. Onun tercihi değildi hiç biri, o bilmiyor bile ne olup bittiğini. Sadece kendileri gibi çizgili pijama giymeyenlere itaat etmesi gerektiğini biliyor o kadar.

Ve Bruno, küçük dev adam Bruno. Kendi oyun dünyasında, hayal gücünde canlandırıyor her şeyi. Tarih kitapları yerine macera kitaplarını okumak istiyor. Yalan söyleyerek arkadaşını zor duruma sokmanın vicdanını duyacak kadar merhametli bir çocuk o. Evde tanımadığı hizmetli amcanın kendine yardım etmesi sonucu asıl mesleğinin doktorluk olduğunu öğrenmesiyle şaşkınlık yaşayan bir çocuk o. O kaşif olmayı istemektedir. Kaşifliğin ilk kuralı olan keşfe çıkmak istemiştir annesinden gizlice. Bruno da bütün bu savaş ortamında masum

iyetini kaybedenler kervanına istemeden de olsa katılmıştır. Tesadüf sonucu evine geldiğini öğrendiği Shmuel’e ikram ettiği çörek sonucu bunu gören askere “arkadaşını satarak” yalan söyler (nedenini kendi de anlamamıştır) ve arkadaşını o küçük yaşının umursanmadığı dayağı yemesine sebep olur. Vicdanla tanışır Bruno. Bruno babasını seviyordur. Yanlış bir şeyler olduğunu hissetmesine rağmen babasına olan sevgisini sorgulamaz. Belki de sevgisinin azalmasından korktuğu için bazı şeyleri sorgulamaz.

Filmde hiçbir ateşli silaha yer verilmeden savaşın anlatılması da ayrı bir güzel. Çocukların olduğu yerde silahlardan uzak bir görünüm. Şiddet kendini gösteriyor çoğu zaman ama bunları kör göze parmak etmekten kaçınıyorlar. Sadece o şiddete maruz kalmayan yüzlerinden anlayabiliyorsunuz acının boyutunu. Her 2. Dünya Savaşı Filmlerinde anlatıldığı gibi bu filmde de “benden olmayan çöptür ve bu çöpler yakılmalıdır” söylemi yapılmıştır. İnsanları çöp gibi yakanlar, acımasızca onlara işkence edenler, bunun akabinde ödüller ve bütün bunların başarı olarak atfedilmesi.(!)

Görüntüler sade ve vurucu işlenmiş. Fazla ve göze batan detaylarla süslenmemiş. Neyse o. Çocuk böyle görüyor bizde böyle işliyoruz. Bu onun dünyası ne de olsa. Son sahnede yağmur yağması ise (filmin büyüsü kaçmasın diye son sahnenin ne olduğunu söylemek istemiyorum) bana göre tam bir ironiydi. Annenin göz yaşları o yağmurlara karıştı, ablanın gözyaşları o yağmurlara karıştı, sert duruşlu asker babanın göz yaşlarını o yağmurlar kamufle etti. İçlerindeki ateşi yağmur dindiremedi.

Bu filme bakınca çocuklardır aslında büyüklere ders verenler. Öteki beriki demeden kurdukları

bağ. Çıkarları var elbette onların. Ama keşke her çıkar onlarınki gibi olsa. Sadece oyun arkadaşı bulmaktır istedikleri.

İzleyin izletin bu filmi herkese. Belki siz belki de yanınızdaki bir parça ders çıkarır kendine. Şuan bile pek çok yerde savaşlar devam etmekte. Ne için? Koca koca adamların işledikleri suçları neden çocuklar ödüyor. Masumiyetin simgesi çocuklar ne kötülük yaptılar da her felaketten en çok zararı onlar görür.

Kendimize cevaplamaktan korktuğumuz soruları çocuklara ödemekten kaçınalım…

İyi seyirler.

Yorumlar

enfes bir filmdi, bugüne kadar 2.dünya savaşı ile ilgili izlediğim 10 filmden 7 si yahudi propagandası yaparken geriye kalan 10/3lük bölümdeki filmler objektifti bu filmide oldukça beğendim ama genede bir miktarda olsa yahudi propagandasına bu filmde de karşılaştım, buna rağmen oldukça iyiydi..

Popüler Yayınlar