New York'ta Beş Minare

Sinema kimsenin tekelinde olmayan ve olamayacak bir sanat dalı bana göre. Nitekim her eline kamera almış insanın da kendini yönetmen
zannederek ortalıklarda gezmesinden belli. 2010 yılında gösterime girmiş film sayısı 70 küsürlerde. Bu da bize tekelleşmeden uzak bir görünüm verebilir. Bu 70 küsür filmden kaç tanesini izledik veya kaç tanesinin adını duyduk, kaçına hayran baktık, kaçına lanet okuduk orası da ayrı bir konu. İşte burada devreye giriyor eline her kamera alanın yönetmenim
edalarında dolaşması.
Tekelleşme yok dedim ya, işi ne olursa olsun parası olanın film
çekebileceğidir aslında bu olgu. Paran varsa çook rahat çekersin. Ama bence artık para dışında lobinin de olması gerek. Lobin olsun ki daha ürünün ortada yokken bile senden bahsedilsin. Üründen öncede bahsedilmesi iyi reklam kötü reklam örneğini de bizlere sunabilir. Örneğin bir afiş yaptırırsın "Hollywood"tan bir grafikere al sana çifte reklam. Zaten lobin sayesinde bahsedilme oranının yüzdesi de çok artar.
Fazla geyiklemeden Mahsun Kırmızıgül'lü "New York'ta Beş Minare" dosyamıza gelelim. Mahsun Kırmızıgül ile ilgili günah çıkaracağım öncelikle. İlk filmi "Beyaz Melek"i izlemedim sinemada. Ön yargımdan dolayı izlemedim. Daha sonra DVD si çıktı oradan izledim. Sinemaya gidip izlememekle iyi bir iş yaptığıma kanaat getirdim. Ama ön yargımdan dolayı kendimi suçladım. Sonuçta bir emek dedim. Ardından 2009 yılında ikinci film "Güneşi Gördüm" vizyona girdi. Yine aynı ön yargıya sahiptim. İlk filmde gördüm çünkü olanları, aşağı yukarı tahmin edebiliyorum. Bir arkadaşımın ısrarlarıyla "Güneşi Gördüm"ü izlemeye sinemaya gittim. İzledik. Tamam çekimlerde bir değişiklik, bir güzellik olmuş ama konu derseniz çok derdi olan birinin "hepimiz kardeşiz" sloganı atması olmuş. Başım ağrıdı sinemadan çıkarken. O kadar karmaşık olmuş ki film. Bütün konuları iç içe işleyip kurtulmak istemiş adeta. Bir de işin tuhafı bu film ile birlikte "Mahsun Kırmızıgül-Yılmaz Güney" benzetmesinin yapılmasıydı. Komik bir benzetme. Yılmaz Güney sinemacılığı kavram kargaşası yaratmak değildir. Üçüncü filmde ise tamamen ön yargılarımdan arınmış bir haldeydim. Bu filme gitmeyi çok istedim. Reklam kurbanıydım belkide bilinmez ama daha çok adamın üçüncü filmi bunda artık 12'den vurmuştur dedim. Son filme uzun uzun değineceğim ama önce bir konusunu paylaşmak istiyorum: "Kırmızı bültenle aranan ve ismi fenomene dönüşen radikal dinci bir örgütün lideri Deccal kod adlı suçlunun Amerika’da yakalandığı bilgisi gelir. Teşkilatın en başarılı iki polisi Amerika’ya suçluyu teslim almaya giderler. Bundan sonrası kolay gibi görünür ama hiçbir şey göründüğü gibi değildir. İstanbul, New York, Bitlis üçgeninde geçen hikaye, yakın dönemin Türkiye’sini sorgularken, 11 Eylül sonrası Amerika ve dünyanın İslam ile olan

Filmde yakın dönem Türkiye'sinin sorgulandığı söyleniyor ama ben bir sorgu göremiyorum. Ortada bir olay bile yok. Çoğu değinilen nokta içi boş verilmiş. Bence vurması gereken önemli noktaları es geçmiş, sığ sularda yüzmüş. Türkiye'nin yakın dönemine değiniyorsa o zaman şu da aklıma takılmadan edemiyor; Amerika ile böyle bir bağlantı kurmuşken Mahsun Kırmızıgül bildiğimiz ve Amerika ile bağlantısı olan bir cemaate mi mensup. Ki böyle melek gibi görünen bir karakter yarattı. Üstü kapalı değinmeye çalışıyorum çünkü filmde de vermiş konuşanların arabasına bomba konuluyor ve faili meçhul oluyor.
Filmin giriş sahnesine bakacak olursak, bir gazetecinin arabasının bombalanması ile film başlıyor. Sonra bu
patlama sadece "faili meçhul" oldu diye bir ya da iki sahnede değiniliyor. Anlam karmaşası daha ilk sahneden kendini gösteriyor. Madem bu kadar sığ kalacak filmin genelinde o zaman neden filminin giriş sahnesi olarak verdin sen bunu. Dakka bir gol bir derim ben buna. Daha ilk anlarda filmin bütününden kopmamı sağladı.
Filmde aranan, evine bir anda baskın yapılan, namaz kılarken tutuklanmaya çalışılan Hacı Gümüş (Haluk Bilginer) karakteri var. Adam Türkiye'de aranan azılı bir terörist, interpol kırmızı bülten çıkarmış hakkında, Amerika'da çok rahat bir şekilde yaşıyor, çok güzel bir evi ve karısı var (adam bu kadar dindar ama karısı hristiyan orasıda ayrı), evine bir anda baskın yapılıyor yaka paça tutuklanıyor. Ve daha sonra bunların bir aldatma olduğu anlaşılıyor. Nasıl yani? Bu kadar insan aldatılıyor mu? Kendisine ki bu adam böyle bir operasyon ile yakalanırken gerçek deccalın sadece yaka paça emniyete getirilişi var. E bu adam bu kadar büyük bir terörist ise ki olay bu terör eylemleri üzerine kurulu yakalanışı sadece böyle mi verilmeli. Beni rahatsız etti açıkçası. Çünkü Amerika'da bile olağanüstü bir operasyonla yakalanması planlanan biri sonunda böyle sıradan bir şekilde emniyete getirilmesi geçiştirilmiş bir sahne olduğu izlenimini verdi. Emniyeti zaten anlamış değilim. Tek kelime İngilizce bilmeyen adam nasıl oluyor da Amerika'ya yollanıyor. Bari bir kaç kelime İngilizce konuşsaydı.

Mahsun Kırmızıgül'ün 3 uzun metraj, pek çok klip ve dizilerden dolayı oyunculuk deneyimi bir hayli fazla.
Malum kendi filmini yönetmesiyle başroller hep onundur. Ama buna rağmen gayet amatör
duruşlar sergilemiş. İnanılmaz rahatsız edici bir ses tonuyla konuşma, pozlama duruşlar falan. Ses tonuna değinmişken, zorla böğürtü gibi çıkan bir ses olmuş. Buna rağmen Mustafa Sandal'ın oyunculuğunu beğendim. Üstelik ilk (Bay E hariç) uzun metrajı. Buna rağmen iyi bir oyunculuk çıkarmış. Haluk Bilginer'e zaten laf yok. Usta döktürmüş. Elinden gelenin en iyisini yapmış bu film için.
Danyy Glover'ın cami sahneleri de oldukça gereksiz olmuş. Yani bakın ben Glover'ı da filmimde oynattım, azcık daha fazla göstereyim demek amaçlı bir yerlere sokuşturuluvermiş. Bir de Hacı Gümüş karakterinin eşinin sürekli "Bunlar neden bizim başımıza geliyor. Haciii, hacii" diye ortalarda dolanması da rahatsız edici olmuş. Aslında bunlar klasik Amerikan filmlerinde olan haller. 11 Eylül'ün işlendiği söylenmiş filmde ama sadece müslümanlara duyulan nefrete yoğunlaşılmış. Bir polisin kardeşini kaybetmesi sonucu yaşadığı üzüntüyle tüm müslümanlara düşman ve başka bir polisin ayaküstü telkiniyle ikna oluyor. Hadi ordan canım sen kimi kandırıyorsun. Aslında tüm bu anlattıklarıma bakınca Mahsun Kırmızıgül'ün çok olaya değinme sevdası pek çok uzun uzun düşünülmesi gereken konuların nasıl üstünkörü işlendiğini gösteriyor. Tek olaya yoğunlaşsa bu kadar kalabalık bırakmasa ortalığı işlenme daha sağlıklı olacak, izleyicilerde memnun kalacak.
Hiç mi iyi sahneler yoktu derseniz elbette vardı. Ama bütün bir rahatsız edici görüntü ardından
bunlar çok da hatırda kalmıyor. Birini paylaşırsam zikir sahneleri iyi çekilmişti. Aslında rahatsız eden 2 sahne daha var ama henüz bunlara hazır değiliz.

ığacak bir hikaye bile bulamadım. Sadece bizleri bol aksiyonla harmanlayan görüntü zinciri gördüm karşımda o kadar. Demekki neymiş para ile film olmuyormuş (bkz: Ahmet Uluçay). Her şeye rağmen güzel reklam sonucu bolca konuşulan bir film oldu. İyi seyirler...
Yorumlar
Fakat mühim olanın film yapmak değil, ortaya çıkartılan eserin satış ve pazarlanması olduğu düşünüldüğünde, Kırmızı Gül son derece başarı bir yönetmen olarak karşımıza çıkmaktadır.
Her sektörde olduğu gibi tekelleşme "Sinema TV" sektöründe bulunmaktadır. Yetmiş tane film çekilmesinden ziyade, Türkiye'de hatırı sayılır gişe yapan filmlerin yapım firmalarına baktığımızda tekelleşmenin boyutunu daha rahat görebiliriz. Kırmızı Gül sinemasını bir kelimeyle özetlemek gerekirse "Gişe" en uygun kelime olacaktır. Gişe konusunda yapımcısının yüzünü güldürmeye devam ettiği sürece Kırmızı Gül kraldır ve kral olmaya devam edecektir.
Türkiye'nin yakın tarihi ve din olgusu gibi kavramların bir filmde çözümlenmesi mümkün değildir. Başarılı senaryolar çok güzel sorular sorar, fakat cevap vermez! Başarı sorulan sorunun izleyici üzerinde bıraktığı etkiyle ölçülebilir. Bu açıdan Güneşi Gördüm filmini başarısız bulmak mümkün değildir.